
Her çağ, kendi kaosunu meşrulaştıran bir düzen yaratır kendine. Biz de öyleyiz. Bize dayatılan, sözde gevşek bağlar aslında içimizdeki dağınıklığın yankısından başka nedir ki? Dışarıdaki düzensizlik, içeridekini çağırır. Ve biz, bu karmaşanın ortasında, adına umut dediğimiz solgun bir renkle boyarız eksik parçalarımızı. Asıl mucizevinolan, insanın bu parçalı hali bütünmüş gibi kabullenme, hatta onunla yaşama konusundaki eşsiz yeteneğidir. Çünkü kusursuzluk, varlığın değil, ancak tahayyülün sınırlarında gezinebilen bir hayaldir.
Yalnızlığa gelince… O, çoğunlukla eksiklik, mahrumiyet hali olarak anlatılır bize. Oysa tam aksine, yalnızlık kişinin kendisine varis olduğu andır. Kalabalığın içinde savrularak, dağılarak kaybettiğimiz odağımızı, ancak yalnızlığımızla/yalnızlığımızda yeniden bulabiliriz. Bu, bir içe çekilme hali değil, merkeze dönüştür aslında. Kırılganlıklarımızı, çatlaklarımızı gizlemek için enerji tüketmekten vazgeçip, onları hayatımızın en sahici notaları olarak okumayı öğrendiğimizde, işte o zaman o kırılganlığın nasıl da sağlam bir temel olduğunu keşfederiz.
Ve işte tam da bu noktada devreye girer sanat ve yazı. Şiirsellik, süslü kelimelerin arkasına saklanmış duygusal bir kaçış değildir. Tam aksine, varlığın en kırılgan, en savunmasız yerinde “Buradayım” diyebilme cesaretidir. Gerçek bir direniştir. Yazmak, bir tabloya bakar gibi dışarıdan bir betimleme değil, aynaya bakma eyleminin ta kendisidir. O aynada gördüğümüz, yüzeydeki yansımadan çok daha fazlası, belki de en derinde sakladığımız kendimizdir. Sanat, insanın kendini aştığı, hem yaralandığı hem o yarayı onardığı, hem en derin soruları sorduğu hem de o sorular karşısında huşu ile susabildiği tek alandır.
Bu yüzden yazının özü, bir seyirci arayışı değil, bir tanıklık meselesidir. Kalabalıklar alkış tutabilir ya da değer vermeyip sırtını dönebilir. Bunlar geçici tepkilerdir. Yazının asli ve en sadık seyircisi, onu yazanın kendi içindeki o derin, karanlık odalardır. Her cümle, her kelime önce o odalara düşer, orada yankılanır. Dışarıya sızan, yankının ancak bir gölgesi, bir yansımasıdır.
Evet, bazen hayat, engin bir kaosun içinde rastgele savruluşumuz gibi görünür. Fakat insan ruhunun en olağanüstü yanı, bu kaosun içinde bile tutunacak bir anlam parçası, bir düzen adası yaratabilmesidir. İşte o küçük ama son derece güçlü parça, bazen bir şiir dizesi olur, büzülür avucumuzun içine. Bazen derin, huzurlu bir yalnızlık. Bazen de sessizce, kimse için değil de sadece kendi varlığımıza not düşmek için yazılmış satırlar…
Felsefenin de sanatın da kalbi, tam olarak burada, insanın en dağınık halinde bile kendine doğru attığı o küçük, mütevazı ama son derece sahici adımda atar. O adım, dağınıklığı kabul edişin, onunla yaşama sanatının ve nihayetinde kendi güzelliğimizi keşfin ta kendisidir.
Çok güzel ve kesinlikle evli, bekar her insanın gün içinde kendine dönmesi gereken saatler olmalı en azından. Fakat evli olunca erkekler bunu anlamıyor. Bu içe yolculuk ve yalnız kalma isteğinin olağan bir şey olduğunu anlatan bir yazı yazın lütfen Süreyya Hanımcım.🌟🌺🌺😘😘😘🌸🌸🌸🌸