Edebiyat dediğimiz şey sadece yazılanlardan ibaret değil elbette. Bazen asıl metin, söylenmeyenin içinden belirir. Satır aralarına yerleştirilmiş kasıtlı boşluklar, söylenmeyen cümleler, anlatılmayan sahneler… İşte ben buna Sessizliğin Ekphrasis’i diyorum. Yazarla okur arasında, kelimelerin yokluğuyla imzalanmış gizli bir anlaşma gibi...
Ekphrasis, klasik anlamda bir sanat eserini -tabloyu, heykeli- kelimelerle betimleme sanatıdır. Ama mesele, somut bir nesneyi değil de yokluğun kendisini ya da suskunluğu betimlemek olduğunda edebiyatın önünde yeni bir kapı açılır. Yazar, bilerek eksik bırakır; okur da o eksikliği kendi zihni, kendi yaraları ya da sevinçleriyle tamamlar. Böylece okur, artık sadece bir alıcı değil, metnin ortağı haline gelir.
Bir savaş sahnesini anlatan yazar, patlamaları, çığlıkları betimlemez. Onun yerine, yerde duran parçalanmış bir kimliği, durmuş bir saati, boş bir sandalyeyi gösterir. O sessizlik, anlatılmayan gürültüden çok daha büyük bir yankı yaratır. Okur, kendi zihninde o boşluğu doldurur. Ve her okur, başka bir savaş sahnesi görür/tasavvur eder.
İşte edebiyatın gölge metni burada başlar. Yazılmayan, çoğu zaman yazılandan daha etkilidir. Sessizlik, eksiklik değil; bilinçli bir tercihtir. Çünkü bazen boş bir sandalye, yüzlerce sayfalık ağıttan daha çok şey söyler/anlatır okura.
Ben inanıyorum. Edebiyatta yapılacak en büyük devrimler, kelimelerle değil, onların yokluğuyla yapılacak. Sessizliğin ekphrasis’i, belki de geleceğin edebiyatının asıl dili olacak.


Yine de dilimize sahip çıkalım. 100 kelime ile derdimizi anlatmaya çalışıyoruz.Edebiyat önemli.