
Özgürlüktür, tutku ile yazmak. Tutku, düşüncenin/aklın kalbidir. Gerçek yazar, aklın o dar koridorlarından çıkıp gökyüzünde yürümeyi göze alır. Her kelime, nefes gibi çıkar içinden; bazen keskin, bazen soluk, bazen de acıtarak... Tutku, aklı dizginlediğinde anlam kazanır; dizginlenmediğinde ise bir kaosa dönüşür.
Fakat son zamanlarda bu denge kaybolmuş durumda. Yazmak, bir zamanlar varoluşun en derin biçimiyken; şimdilerde geçim kaynağı ya da gösteri aracına dönüştü. Eski dönem yazarlarının -Dostoyevski’nin iç hesaplaşmaları, Woolf’un bilinç akışları, Camus’un varoluş sancıları- metinlerinde hissedilen o yanıcı/yakıcı iç tutku, yerini kolay beğenilere bırakmış maalesef. Onların çoğu yazarken kendilerini harcıyorlardı; bizse...
Edebiyatın ölümsüzlüğünü, yazının içindeki tutku belirler. Tutku, sabır ister; sessizliği, yalnızlığı ve çoğu zaman reddedilmeyi dahi göze almayı. Günümüz yazarlarının en büyük düşmanı işte bu; sabırsızlık. Hız çağında, hiçbir kelimenin olgunlaşmaya vakti yok. Herkes bir şeyler yazıyor ama neredeyse kimse yazdığı yazının ağırlığını taşımıyor, hatta yazdığı yazının farkında bile değil.
Yazmak, insanın kendiyle, düzenle, toplumsal tabularla... hesaplaşmasıdır. Şimdilerde iki beğeniye kurban edilen, hissiz, dert edinilmemiş söz israfından başka bir şey değil. Yazı, kendi sessizliğinde pişmiyor; anlık alkışlar için aceleyle kaleme alınıyor. Böyle olunca da, hem özgürlüğünü hem de derinliğini kaybediyor. Çünkü düşüncenin özgürlüğü, tutkudan beslenir. Tutku susarsa, düşünce de zayıflar.
Joyce’un labirentleri, Atwood’un sert sezgileri, Woolf’un ince sarsıntıları… Hepsi tutkuyu akılla dokuyarak yazıyla dünyayı dönüştürdü. Bugünse yazının aklı var ama nabzı yok. Kelimeler düzenli, anlamlar doğru ama ruh eksik. Tutku olmadan yazmak, yalnızca doğru cümleler kurmaktır; oysa edebiyat, doğru olmaktan çok, gerçek ve sahici olmayı ister.
Yazı, direniştir. Piyasaya, beğeni ekonomisine ve hız çağının yüzeyselliğine karşı sessiz ama kararlı bir direniş. Tutku ise, yazarın kendi sessizliğine sahip çıkma cesaretidir; kalıcılık da tam burada başlar. Kalıcı olan, modaya uyan değil; kendini aşma cesareti gösterendir. Yazı, dünyaya karşı bir tutumdur; içten, yalın, sahici bir varoluş biçimi.
Yazmayı dert edinmiş biri olarak, hem kendime hem de gerçekten yazmak isteyen herkesin unutmaması gerekir; yazmak, geçip giden bir anı doldurmak değil; kendini ve dünyayı dönüştürmektir. Her kelime bir iz, her cümle bir karşı çıkıştır. Tutku olmadan da bu dönüşüm mümkün değildir.
Ve özgürlük, en yalın haliyle burada gizlidir; insanın, kendi sözüne/kalbine/aklına/vicdanına sahip çıkma cesaretinde.